19 Mart 2018 Pazartesi

Çirkin

Çirkin, Dasdas, 15 Mart 2018

Dış görünüşün kişiye ve çevresindekilere etkisini irdeleyen komik, trajik oyun. İbrahim Selim'in yönetmenliğini merak ederek gittim. Hatta kendisiyle de selamlaştık :) Edip Tepeli'nin performansına hayran oldum.

Gerçekte kimsin? Kendine baktığında ne görüyorsun? Gördüğün şey onların gördüğüyle aynı şey mi? Olduğun kişi ile olman beklenen kişi arasında nerede duruyorsun? Başarmak için kendinden ne kadar uzağa gidebilirsin, ya dönüş yolunda kaybolursan?

Marius von Mayenburg’un kara komedisi Çirkin insan bedeninin bir nesneye dönüştüğü, güzellik kavramının sosyal bir takıntı halini aldığı ve her şeyin satılık olduğu vahşi modern dünyadan sesleniyor. Bu dünyada yolunu kaybeden bireyi absürt bir bakış açısıyla ele alan oyun, kimlik konusuna ironik ve bir o kadar seyirlik bir yorum getiriyor.

“Kendini fazla ciddiye alıyorsun. Sanki bütün bunlar sadece senin başına geldi. Farklı olmayı istemekten vazgeç. Böylesi çok daha huzurlu…”

Yazar: Marius von Mayenburg
Yönetmen: İbrahim Selim 
Dramaturg: Melisa Kesmez 
Oyuncular: Ali Yoğutçuoğlu, Edip Tepeli, Gizem Erdem, Volkan Yosunlu

1 Şubat 2018 Perşembe

Sarmaşık

Bir "gemide" filmi. Tolga Karaçelik'in ustalıkla işlediği kapanda kısılan insanların hikayesi. İsmail'in pasifliği canınızı sıkıyor, kaptanın konudan uzak durması sizi şaşırtıyor. Cenk'ten bir şeyler bekliyorsunuz da, bu kadar da değildir herhalde. Nadir, kendi içinde anlaşılabilir belki! Kürt, konuşmadan bir şeyler yapıyor. Ama benim favori oyuncum Alper oldu. 


Gemicilik hep mi sıkıcıdır, yoksa sıkıcı olan insanlar mı?

http://www.imdb.com/title/tt4309356/?ref_=ttfc_fc_tt

6 Ağustos 2015 Perşembe

Öykücü

Daldığım derinlikten Müge’nin sesiyle çıkıyorum. “Salih, sen hep dinliyorsun, yok mu anlatacak bir şeyler?” diye soruyor. “Kafamda bazı fikirler var. Onları pişirmeye çalışıyorum.”. “Öykü mü?” diye sorduğunda, duraksamadan, “Tabii ki, ben öykücüyüm,” diye cevap veriyorum. “Öyle mi? Hiç görmedik ama,” dediğinde gülüşüyoruz. Saatime bakıyorum. Filmin başlamasına hayli zaman var. Arkama yaslanıp şişedeki son yudumu yuvarlıyorum. Sıvının boğazımdan mideme gidişini duyumsarken dilimde kalan buruk tadın süresini uzatmak için yutkunmadan duruyorum. Yenisi için garsonu ararken onu görüyorum.

Bahçedeki üç masadan birinde oturuyor, yalnız. Ortasında kurabiye kırıntıları olan tepside karşılıklı iki kahve fincanı var. Biri büyük, öteki küçük. Fincanların üstü dumansız. Atmış beş yaşlarında, beyaz saçlı, güleç yüzlü bir beyefendi. Arkadaşını beklerken kendisiyle meşgul; sağa, sola bakıyor, derin nefesler alıyor. Bakımlı. Tipik bir bahar gününe uygun giyinmiş. Gömlek, yelek, pantolon ve ayakkabılar. İki günlük sakalları onu bilge gösteriyor.

“Ne söyleniyorsun?” diye soruyor Müge, çayından bir yudum alarak. Masaya bıraktığı yarısı kalmış çayın kesif kokusu hızlı içmenin etkisiyle sersemlemiş olmama rağmen burun deliklerime ulaşıyor. Bergamotun ekşi, egzotik, canlandırıcı kokusu eşliğinde Müge, önüne düşen saçlarını zarifçe yana alıyor. “Hiç,” diye cevaplıyorum. “Kendi kendine mi konuşuyorsun?” diye sorduğunda ise kaçacak yerim kalmadığından itiraf ediyorum. “Ara sıra kafamdakileri konuşturuyorum. Zihinsel geviş diyebiliriz.” Gözlerini büyüterek bakışlarını üzerimde keskinleştiriyor. Onu uzaklaştırmak ümidiyle açıklıyorum. “İnek önce yutar, sonra çiğner ya. Ben de aklımdakileri çıkarıp konuşturuyorum.” Yüzünü buruşturduğunu gizlemek için başını öne eğerken “İlginç,” dediğini zorla duyuyorum. Çantasını karıştırmaya başlıyor. Zihninde canlandırdığı Salih’in, asit erozyonuna uğramış, kısmen bozulmuş, şekli değişmiş, başkalaşmış hatta tanınmayacak hale gelmiş kelimeleri, midesinden çıkararak çiğnediğini görüyorum. Bu görüntü beni tiksindirmiyor, aksine anılarımı sindirerek daha sağlıklı beslendiğime karar veriyorum. Müge’nin çantasından kurtularak tuvalete gitmesiyle adama dönüyorum.

Mırıldanıyor, belli belirsiz. Karşısına oturacak arkadaşıyla arasındaki konuşmanın provasını yapıyor olmalı. Söyleyeceği cümleleri toparlıyor, kelimeleri seçiyor. Kısıtlı el hareketleri ve abartısız mimikler sohbete eşlik ediyor. Üzgün, sinirli, sevinçli, şaşkın, çaresiz yüz ifadeleri. Zaman zaman hararetlenip duruluyor. Başını diğer yana çevirdiğinde yoldan geçen arabaların camlarından takip ediyorum yüzünü, kesik kesik. Bir öfkeli, bir hüzünlü, bazen çaresiz ama genelde umutsuz. Yanından geçen insanlar ve yolun gürültüsü ona değmiyor. 

Yalvararak “Ben öyle demedim ki,” diyor. Ardından ince bir ses geliyor, “Beraber yapamıyoruz. Ayrılmak istiyorum.” Hayal kırıklığıyla başlayıp önce üzülen sonra öfkelenen sesle “Batuhan mı?” derken gri gözlerinin bana dik dik baktığını fark ediyorum. Hızla başımı gazeteye saklıyorum. Bir süre sonra usulca başımı kaldırdığımda sırtını bana dönmüş halde konuşmaya devam ettiğini görüyorum. Ben kafenin içinde, adam da dışarıda olduğundan rüzgâr kelimeleri uçuruyor. O sırada bahçede boşalan masayı fırsat bilerek Müge’nin çantasıyla dışarıya çıkıyorum. Şimdi adamla aramda yarım metreden az mesafe var. Çıkardığı iki farklı ses tonunun yirmili yaşlarda iki sevgilinin arasında geçen bir diyalog olduğunu anlıyorum. Yaşlı adam kafeye girdiğimiz sırada bu masada oturan çifti seslendiriyor. 

Kendi kendine konuşan birini gördüğüm için mutlu oluyorum. Bu işi onun kadar belirgin yapmadığımı düşününerek rahatlıyorum. Dikkatli dinlersem yaşlı adamın sözlerini duyabilirim. Yalvararak “Ben öyle demedim ki,” diyor. Ardından ince bir ses geliyor, “Beraber yapamıyoruz. Ayrılmak istiyorum.” Hayal kırıklığıyla başlayıp önce üzgün sonra öfkelenen sesle, “Batuhan mı?” diyor. Yaşlı adamın kendisinden önce bu masada oturan çifti seslendirdiğini anlıyorum. Boşalan masaları gezerek yarım kalan konuşmaları sürdüren bir gezgin. Eksik konuşmaların telafisi. Dilin ucunda kalanların dışa vurumu. “İçinde kalan sözler” sanatını icra eden bir sanatçı. Pişmanlık duyulan sözlerin veya söylenemeyenlerin tamamlayıcısı. Unutkanlık ilacı. 

Ben yaklaştıkça sesini kısan yaşlı adamla ilgilenmiyormuş gibi yapıyorum. İçerde, az önce boşalttığım masaya bakan garsonla göz göze geliyoruz. “Aynısından,” işareti yapıyor, gülümseyerek onaylıyorum. 

İnsanların masasına oturarak onların konuşmalarını sürdüren “Tamamlayıcı” yaşlı adam konuşmaların orijinaline sadık mı kalmalı? Ölen arkadaşınız yarım kalan romanını bitirmeniz için size vasiyet ediyor. Romanı hiç yorum katmadan, tam da onun yapacağını düşündüğünüz gibi mi yazarsınız, kendi istediğiniz gibi mi? Arkadaşınızın romana biçtiği sonu beğenmeseniz de onun yolunda gitmekte ısrarcı olmak gerekir mi? 

Önüme döndüğümde karşımda oturan Müge’nin dudaklarının kıpırdadığını fark ediyorum. Bir süre bekledikten sonra boş bakışlarıma sıkılarak “Masayı değiştirmişsin,” dediğini duyuyorum. Sıkılgan yüzünü yıkamış, makyajını tazelemiş, bedeninden kovamadığı duyguları yüzünden sıyırabilmiş. Aynanın karşısında, neden benim gibi kendi kendine konuşan, gündüz rüyaları gören bir adamla devam ettiğini tartışmış olabilir. Tedirginliğini artırmamak için sorusunu cevaplıyorum. İçerinin koyu kahverengi kasvetli bar havasını solumaktansa hafif serin de olsa güneşin altında durmanın doğru olduğunu, biraz sonra kapalı salona gireceğimizi, oksijen ihtiyacımızı karşılamanın ruh sağlığına iyi geldiğini, güzel havada rahat sandalyeleri kaçırmak istemediğimi uzun uzadıya anlatıyorum. Müge, yorum yapmadan sakince masadaki dergiyi alarak anlayışla beni bırakıyor. 

Yaşlı adam gençleri konuşturmaya devam ediyor. Bir kısmını duyabildiğim kelimeler ayrılığa işaret ediyor. Konuşmasına devam ederken süzdüğü yan masada oturan ellilerinde iki kadının konuşmasına ben de kulak kabartıyorum. Kürk yakalı olan, “O oğlanla olmaz diyorum ama dinletemiyorum Sabahat Hanımcım,” diyor. 

“Kimlerden, tanıyor muyuz?”
“Tanımazsın. Babasının sanayi sitesinde dükkânı var. Annesi de aileden zenginmiş.”
"Kızın okulu bitmeden olur mu, ayol?
“Olmaz tabi. Hele ki Kemal, oğlanın işsiz olduğunu duyarsa.”

Öykü tamamlayıcısı. Yarım kalan konuşmaları sürdüren, metinler üreten, perdeye hiç gelmeyecek gerçek hayatların senaristi. Belki de seslendirdiği kahramanları öğrense, onun oynadığı metne sadık kalmayı tercih edecekler, kim bilir? Kaç senaryo gerçeğiyle aynı bitmiş, kaçı daha iyi veya daha kötü bir sona maruz kalmıştır? Hayal mi, hayat mı, hangi son tercih edilir? İki tarafın da memnun olmadığı bir diyaloğu değiştirmek mümkün olsa... 

Derginin üzerinden bakan Müge, adamı gözetlerken beni yakalıyor. Gülümsüyorum, başını indiriyor. “Yiyecek de getirmediler,” diyerek garsonu arıyor, bulamıyor. “Bak, burada ne güzel kurabiyeler var. Galiba şekerim düştü,” diyerek uzanıp yan masadan kurabiye alıyor. Isırığıyla yayılan karanfil kokusu gözlerimizi buluşturuyor. O an adamın kalktığını fark ediyor ve üzülüyorum. Ama çok geçmeden ön masada oturduğunu görüyorum. Konuşmayı sürdürüyor. Sesi az önce bu masada oturan kadınlarınkini andırıyor.

“Okul bitmeden olmaz dedim. Babasını da ikna edip yurt dışına göndereyim diyorum.”

“Haklısın canım. Sen bu işin üstesinden gelirsin. Evlilik için daha çok küçük.”

Derinlerden Müge’nin sesi geliyor. “Yine kafandan neler geçiyor? Kitap mı yazıyorsun?”  

“Hayır, canım. Dalmışım.”

29 Ekim 2014 Çarşamba

Gaz Ve Toz Bulutu

İlk yazıda biraz eskilerden başlayacağım. Dünya gaz ve toz bulutuydu. 4,5 milyar yaşındaki dünyamız insan türü için bilinen tek yaşam alanı. Varsa, diğer türlerin nerede yaşadığını bilmiyoruz zaten. İnsanoğlunun 50.000 yıllık tarihi içinde konut anlayışında çok değişiklik olduğunu belirtmeye sanırım gerek yok.

Fakat mağaradan gökdelenlere uzanan yolda konutun temel işlevinin aynı kalmıştır: “güvenli bir ortam”.

Bugün dünyada yaşayan 7.263.318.459 kişi başını sokacak bir çatıya ihtiyaç duyuyor ve insanların yarısı çatısını sadece 6 ülkede (Çin, Hindistan, Pakistan, Endonezya, ABD, Brezilya) arıyor. Dünyamızın sınırları belli, üzerinde ikamet edilebilecek kara parçaları da. 510 milyon metrekare yüzölçümüne sahip yerkürenin %30’u karadan oluşuyor. Bu da yaklaşık 149 milyon metrekare eder. Yaşam alanı çok sınırlı olan kutupları çıkardığımızda bu alan biraz daha azalıyor. 8,7 milyon canlı türünün ev sahibi gezegenimizde yuvasını çimento ve demir kullanarak yapan tek türüz.

Makao
Farklı nedenlerle değişen dönemlerde bazı coğrafyalar daha çekici olabiliyor. Örneğin, bugün dünyanın en kalabalık kenti, 24 milyonun üzerindeki nüfusuyla Şangay, İstanbul ise 6. sırada. Henüz deniz üzerinde veya kutuplarda şehir kuramadık. Mars’ta kolonileşme 2026'dan önce olmayacak gibi görünüyor. Dünya dışında ise sadece 6 kişi yaşıyor, onlar da uzaydaki görev yerlerindeki astronotlar.

Grönland
Tahmin edileceği gibi dünyanın en kalabalık ülkesi, Hindistan tarafından geçilinceye kadar, 1,4 milyara yaklaşan nüfusuyla Çin. En az insanın yaşadığı yer ise Pasifik Okyanusu’ndaki güzide ülke Pitcairn Adaları. Kaç kişi mi yaşıyor? Sadece 56. Peki ya siz, kalabalık bir yerde mi yaşamak isterdiniz, yoksa tenhadan mı hoşlanırsınız? Kilometrekareye düşen kişi sayısında Makao 18.534 kişiyle başı çekerken, dünyanın en ıssız ülkesi Grönland’da bu oran 0,026. Türkiye’de, kilometrekarede 100 kişiye rastlayabilirsiniz.

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde güvenlik bölümünde sıraladığı barınma, önemini hiç yitirmeyecek bir konu olarak hep gündemde kalacak.

                                                                                      
Afrika'da bir ev
Konut veya evi, içinde insanların yaşadığı, etrafı çevrili, üstü kapalı yapı şeklinde tarif edebiliriz. Her dönemde konut ihtiyacının arttığından bahsedilir. 1800’ün başlarında 1 milyar olan dünya nüfusu, 1963 yılında 3,2 milyara, 2013’de ise iki kattan fazla artarak 7,2 milyara ulaştı. Son 50 yılda ortalama ömür 54’ten 70’e, toplam gelir ise (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) 1,6 trilyon dolardan, 75 trilyon dolara çıktı. Nüfus artış oranı %2’lerden %1,2 seviyesine gerilese de tüm veriler konut ihtiyacının arttığına işaret ediyor. 1975-2014 döneminde dünyanın belli başlı ülkelerindeki konut fiyatlarının enflasyondan arındırılmış haliyle ortalama 2 katına çıkması da bu görüşü destekliyor. Elbette konut donanımı ve kalitesindeki gelişmelerin etkisi göz ardı edilmemeli.

John Travolta'nın evi
Ev başına düşen kişi sayısına baktığımızda, en düşük sayının 2 ile Japonya’da, en yüksek sayının ise 5 kişi ile Orta Afrika’da olduğunu görüyoruz. Ülkemizdeki ortalama hane halkı büyüklüğü ise 3,8.

Dünyadaki hane sayısının 1,5 milyar civarında olduğu tahmin ediliyor. Ülkemizdeki hane sayısı 19,5 milyon. Talebin aralıksız yükselmesine rağmen dünyada ev sahipliliği oranı ise giderek artıyor. Hane halklarının üçte ikisi kendi konutunda oturuyor. Türkiye’de de oranlar pek farklı değil.

Kowloon Walled City
Aslında karşımızda çok karamsar bir tablo yok ama herhalde hiçbirimiz Kowloon gibi bir yerde yaşamak istemeyiz. Buzdolabında yiyeceğiniz, üstünüzde kıyafetiniz, başınızı sokacak ve uyuyacak bir çatınız varsa dünyanın %75’inden daha zengin olduğumuzu hatırlayarak daha iyi hissedebiliriz.

Peki, ortalama ömrün arttığı, gelirin yükseldiği, hane halkı sayısının küçüldüğü, 2050 yılında 9 milyarın üzerinde kişinin konut ihtiyacı nasıl karşılanacak? Yükselen konut fiyatları karşısında yeni finansal çözümler çıkacak mı? Hayalimizdeki eve ulaşmak için neler yapmalıyız?

Aklıyla ortaya çıkan sorunlara çözüm bulan insanoğlunun konut sorununa getirdiği yenilikçi çözümleri görmekten keyif alacağımıza inanıyorum.

Söylesene, bir ev ne zaman ev olur? 
Tuğlaları döşeyip, boyayı çekince mi? 
Yoksa çayı demleyip, perdeleri çekince mi?


Bu yazı emlakyatirimrehberi.com sitesi için hazırlanmıştır. Eylül 2014     

15 Haziran 2013 Cumartesi

Açlık



Arka kapaktan: Norveçli büyük romancı Knut Hamsun'un kişiliğini ve ününü oluşturan en büyük romanı Açlık'tır. Ünlü bir yazar olma sevdasıyla yanıp tutuşurken, bir yandan da açlıkla pençeleşen bir gencin, gerçekten duygulandırıcı öyküsü olan bu kitap, dünya edebiyatının başyapıtları arasında sayılmaktadır. Behçet Necatigil'in usta kaleminden, örnek bir çeviri okuyacaksınız bu ciltte.

Gururlu ve dünyaya zararı olmayan bir serserinin umut öyküsü. Kurtulamayacağını bildiğim halde her an bir mucizenin geleceği düşüncesiyle sayfaları çevirdim. Sayfalar ilerledikçe umudum azaldı ama kahramanın kişiliği büyüdü. Artık açlıktan ölmesi beni üzmeyecekti çünkü platonik aşkı, rol yapma yeteneği, vicdan muhasebesi, sergilediği ahlak, yani bir roman kahramanından beklenen pek çok şey karşılanmıştı. Kahramanımız aç da olsa her zaman kendisiyle savaşacak güce sahip genç bir yazar olmayı başarmıştı. Ben bu gururlu, genç yazarın kendisiyle yaptığı savaşı resmeden romanda iyi bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum. Vicdan, ahlak gibi kavramları yeniden sorgulamamı sağladığı için de Hamsun'a teşekür ediyorum.

Açlık
Knut Hamsun
Varlık Yayınları, 2002
Çeviren: Behçet Necatigil

3 Haziran 2013 Pazartesi

Teşekkür Ederim


Bugün hayatımda ilk kez Gezi Parkı'na gittim. Çevresindeki yollardan binlerce kez geçmeme rağmen parkta gezmeye fırsat bulamamışım. Öyle ki şehrin göbeğinde bu kadar güzel bir yer olduğunun farkına bile varamamışım.


Metronun Şişli'den sonra yola devam etmemesi üzerine yolumuza yürüyerek devam ettik. Yanımıza aldığımız, talcid, su, limon gibi malzemelere Şişli'den Harbiye'ye varana kadar sirkeli pamuk, gaz maskesi ve fular ekledik. Yaklaşık yüz elli metre önümüzde duran polis aracını görünce durduk. Beklemeye başladık. Her şey çok güzeldi. Herkes birbiriyle konuşuyordu, gözlerinde umut ışığı vardı. Birden sesler duyduk, ardından önümüze, arkamıza düşen gaz bombaları. İnsanlar koşmaya başladı, biz de öyle. Boğazı yakan, solumayı güçleştiren, gözleri yaşartan, kusma hissi veren dumanı soluduk. Yanımdan yuvarlanan teneke sesi eşliğinde gelen yoğun duman nefes almamızı güçleştirdi. Bir yere sığınmamız gerekiyordu. "Gelin" diye bağıran birilerini duyduk ve bir dükkana sığındık.


Bizi dükkanına alarak ilk müdahaleyi yapan ETS tur çalışanlarına, eşime ve bana limon veren güzel kıza, "su ister misiniz?" diye soran çalışana, yüzümüze talcidli su püskürten cesur delikanlıya, eşimi sakinleştirmek için ona moral veren genç kıza, dönüş yolunda yüzümüze süt sıkan çocuklara çok teşekkür ederim. Bize insanlığı, dayanışmayı, anlayışı, umudu gösterdiler. Hiçbir şey yapmadığımız halde üzerimize gaz bombası atan cesur polise, ona o emri veren mutlu valiye, "sen yüz bin kişi gelirsen ben bir milyon toplarım" diyen zalim başbakana da teşekkür ederim. Kibir ve gücün birleşince adaletsizliğe yol açacağını gösterdiler.

İstanbul, 1 Haziran 2013

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir İlkbahar Hikayesi

Bir İlkbahar Hikayesi, Sait Faik'in kitaptaki yirmi hikayesinden biri. Deniz kokulu hikayeler arasında toprak serinliği kadar ayrık duruyor.

Yağmurun getirdiği bahar kokusu eşliğinde on iki yaşında bir oğlanın odasına misafir oluyoruz. Henüz ilkbaharına gelmemiş küçük insanın ilk aşk hikayesi. Hiç görmediği on altı yaşlarındaki kızın yüzüne tuttuğu aynanın ışığı onu öylesine etkiliyor ki bir süre birbirlerinin yüzüne tuttukları ışık ile konuşuyorlar. 

Annenin babayı susturmak için yaptığı hareketi ölesiye merak ediyor, bir yandan da anneye hayranlık duyuyoruz. Yüreğimize işleyen bir sonla sevdayı, baharı, heyecanı ve onların yanında anne yüreğini hissediyoruz.

Sait Faik Abasıyanık
Seçme Hikayeler
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012

3 Şubat 2013 Pazar

sen de beni seviyosun Sebastian




YEM (Yapı Endüstri Merkezi) Pecha Kucha etkinliğinden aklımda kalan bir sunum.

Dilan Bozyel bu yapıtını internet sitesinde de paylaşıyor. Sebastian, hep olageldiği gibi hizmet etmeye devam ediyor.

Bir şeye ihtiyaç duyduğunuzda ne dersiniz?

"Sebastian, bakar mısın lütfen."

http://www.dilanbozyel.com/



2 Şubat 2013 Cumartesi

Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikayesi


Uçuk kaçık bir komedi,
Bir aşk hikayesi,
Bir yol filmi,
Fakat herkes ölü!


Filmin tanıtımında yazan dörtlük bunları söylüyor. Etgar Keret'in öyküsünden başarılı bir uyarlama. Öykü severler kaçırmamalı.

http://www.imdb.com/title/tt0477139/






31 Ocak 2013 Perşembe

Küresel Marka


Yerel kültür markalarının küreselleşme yolunda karşılaştığı noktalarda etkileyici tespitlerde bulunan "Küresel Marka", pazarlama ile ilgilenenler için bir başucu kitabı niteliğinde.

Çevirisine katkıda bulunduğum Hollis ve Milward Brown ekibinin kitabı Brandage Yayınları'ndan çıktı.


http://www.pandora.com.tr/urun/kuresel-marka/252871